geçen gün oturmuş kara kara düşünüyorum, ben nasıl hem ünlü, hem zengin olabilirim diye.
malum, biz ve ardımızdan gelen kuşak (kendi yaşımı küçültüyorum bu arada) iyi top oynuyorsa futbolda, fiziği düzgün ve yakışıklıysa mankenlikte ihtisas yapmaya yönlendirilmeye çalışıldı.
iki konuda da yetersiz olanlarımızın da hayatının temel odakları maç, magazin vs. vs. haline getirilmeye çalışıldı.
tabii burası laf-ı güzaf, mevzu bu değil.
neyse, kara kara düşündükten sona geçtim aynanın karşısına, uzun uzun baktım kendime. ve dedim ki,
“olm mecnun, kendini kandırma. sende boy yok, kilo desen o eksikliği kapatacak kadar çok. kafan tepede kelleşiyor, gözlerin yarı kör, burnun koku almıyor, kulakların ortalama insan kulağının iki katı büyüklükte. sakal, ense ve göğüs kullarını birbirinden ayıran bir boşluğun dahi yok.”
yani epeyce ezdim kendimi, yıllarca içimde olup da söyleyemediğim, kendime dair ne varsa sayıp döktüm.
“eh koca şişko,” dedim, “sen bu götle futbolcu olamazsın. zaten olabilseydin bile şimdi değerini kaybetmiş olurdun. öylesine beklemeye başlardın ki yedek klübesinde, antrenörü izleye izleye işi kapar, bir kaç yıla antrenör olurdun.”
doğru söze ne denir, haklıydım tabi. ama durmadım, devam ettim homurdanmaya:
“bre şaşkaloz, manken olmaya gelirse iş, kim göbeği yirmi santim önde, götü on santim arkada bir adamı sokar satmak istediği kıyafetin içine? hadi bir salaklık edip de bunu yapmaya karar verdiler, gözlüksüz yüzünü yıkayamayacak kadar miyop olan, ve az önce söylediğim tüm çirkinliklerin bedeninde buluştuğu senin gibi birini mi seçerler? podyumdan seyircinin üstüne düşecek adam istemiyorlarsa şayet!”
eh, buna da söyleyecek cevabım yoktu.
iki önemli fırsatı nasıl da yitirdiğim bu şekilde yüzüme vurulunca, hem de bunu yapan kendim olunca biraz alındım, alınmadım değil.
düşündüm, bu şekilde yaşarsam yapmak zorunda olacaklarımdan kaçıp kolay yoldan ünlü ve zengin olabilmek için elimde ya sayısal loto kalıyordu, ya da şarkıcı olmak.
sayısal loto’nun ünü iki hafta sürer, bunu biliyoruz.
aldım kağıdı kalemi, hesapladım olası tüm sayı kombinasyonlarını. öyle bir hesap çıktı ki, kazanmak için yatıracağım parayla zaten iş kurup zengin olmayı uzun yoldan gerçekleştirebilirim, tek dezavantajı ün gelmez, en azından istediğim şekilde.
gazete başlıklarını düşünün bir : “1 milyon 957 bin 354 kuponu bir hafta içinde 217.303 ytl harcayarak yatıran e.m. adlı vatandaş, altılıyı iki kişiyle paylaştı, tüm beşlileri tutturdu, tüm dörtlüleri dostlara dağıtıyor, amorti kuponlarla da sigarasını yakıyor.”
oha!
217.303 ytl olsa elimde, kara kara düşünmem zaten. ayrıca “bu şekilde” elde edilecek bir ünün getireceği sıkıntılara da katlanamam.
ropörtaja gelecek gazeteciler’i görebiliyorum şimdiden :
x : sayın elsanın mecnunu, siz manyak mısınız?
e.m. : eh… şimdi, şöyle oluyor ki!
y : kuponları doldurmak kaç yılınızı aldı? o yıllarda çalışsanız kazanacağınız parayı kenara atsaydınız ne olurdu?
e.m. : ama efendim… tahrik unsuru var burada.
z : sayın mecnun hangi gezegenden geldiniz?
e.m. : sen nereden çıktın?
t : sayın mecnun siz insan mısınız?
e.m. : yuh!
bende bu şans varken, istemesem de en az bir olasılığı atlayabileceğimi de biliyorum.
bu şansla, tüm kuponları doldurayım derken, yanlışlıkla atladığım bir kupon olursa, o da altı şanslı sayının olduğu kupon olur!
neyse efenim, allah’tan şarkıcılıkta renk, yaş, kilo önemli değil.
ama onun için de tip lazım, öylesi bir şarkıcılığı sildim aklımdan hemen.
şairlikten yükselirsem ne olacağını düşündüm, mesela ikinci cohen olabilirdim!
ama yakın zamanda yazdığım avasas alanda loststone barda adlı nadide eser bile hakettiğim ünü getirmediğinden, bu işten vazgeçtim.
sesim mi?
yahu sesim iyi olsa cohen taklidi mi yaparım?!
neyse efenim, bu iç tartışmalar sürdü sürdü sürdü, en sonunda “eeeh eytere bea” dedim ve sapladım elimdeki bıçağı pantolonuma.
o arada bıçağı nereden temin etmişim, merak ediyorsunuz değil mi? tıpkı ayna karşısında kalem ve kağıdı nereden bulduğumu merak ettiğiniz gibi…
neyse, pantolona baktım, bır de havaya kaldırıp altına baktım, allah’tan koltuk delinmemişti. (koltuğu da merak edin siz!)
velhasıl, mayıs yağmurları ertesinde gözümüzü gün ışımalarına denk bir renge sahip o pantolon, üzerinde bir bıçakla havada dururken önümde, (yani zavallı pantolon çamaşır makinesinden taze çıkmış parlıyorken) izledim kendimin vecd halini.
beynimde sirenler çalmaya başladı, içimdeki ampul abi yok boyle bi$ii dese de, o şiddet ve ertesinde gelen vecdden yola çıkarak fight club kurmaya karar verdim.
altı üstü bir depo kiralayacağım, üst katında poliklinik açacak, depoyu da haftanın her günü, farklı gruplara ayıracağım.
“bu ülkede fight club işletmek kolay değil” bahanesiyle dövüşmeye gelen herkesten para alacağım.
üstüne her çıkanı tedavi edeceğim.
ilk başta az para kazansam da biraz zaman geçtikçen sonra ciddi paralar kazanmaya başlar, zengin olurum. poliklinik’i hastaneye çeviririm. böylece dışarıdan da daha çok insan gelmeye başlar, daha çok daha çok para kazanmaya başlarım.
uzun vadede her şehire en az bir “fight club + hastane” açarım, paraya para demem.
üstelik dövüşleri de yönettiğim için ünlü olurum kısa sürede, kulaktan kulağa fısıldanan bir isim haline gelirim.
hastane zincirlerimin getireceği legal ünle birleştiğinde, değme futbolcunun ve mankenin özeneceği kadar ünlü olurum hatta.
belli mi olur, on yıl sonra yurtdışı şubelerimi de açmaya başlamış olurum.
üyelik sistemi geliştirir, aylık aidatlar alır, premium üyeler için pencere arkasından dövüş izleme olanağı yaratırım.
yani fight club işleterek hem süper zengin, hem ultra ünlü olurum. karizmama karizma katarım. değme manken ve futbolcuyu da parmağımda oynatırım.
işletme kuralları mı?
onları zaten biliyorsunuz.