Menü Kapat

Oyun

5… 4.. 3.. 2.. 1.. 0..

Ve perde…

İşte sahnedeydi. Biliyordu ki, bu son oyunuydu ve gösterinin sonunda perdeler bir daha açılmamacasına çekilecekti üzerine, bir kefen bezi  gibi.

Oyuna başladı. Bu oyunu o kadar uzun zamandır oynuyordu ki; oyunu sahnede mi, yoksa sahneden indikten sonra mı oynadığını bilmiyordu artık. Nerede bitiyordu hayatı? Ve oyun nerede başlıyordu? Asıl oyun neredeydi? Kimdi? Neydi? Ahmet miydi, yoksa Hamlet mi? Yoksa adı sanı bilinmeyen bir yönetmenin, adı duyulmamış bir oyunundaki figüran mıydı? Durdu, sahneyi paylaştığı oyuncu ezberden tekrarlarken cümleleri, karşısındaki karanlıkta birkaç yüz seçmeye çalıştı.

Nafile, tüm suretler o boğucu karanlıkta yok olup gitmişti. Belki yüzlerce insan dikkatle izliyordu onu, belki de kimse yoktu koltuklarda. Perde kapanana dek bilemeyecekti bunu. Kendisinin, aslında sahnedeki oyuncu değil de, karanlıkta kaybolmuş bir silüet
olduğunu düşündü. Şimdi karşısında, silüetler oynuyordu asıl oyunu. O da en arka sırada, koltuğuna yaslanıp seyrediyordu silüetleri. Bir ara durdu, aklına evindeki masasını süsleyen kafatası geldi. O silüetler için evdeki kafatasından bir farkı olup olmadığını düşündü. Fark vardı elbet, o -en azından şimdilik- nefes alıyordu. Sahneler birbirini izledi. Ve sonunda bitti oyun. Işıklar açıldı tiyatroyu kaplayan karanlığa inat, silüetleri gördü. Sağ başta 35 yıl önce oynadığı ilk piyesteki kendisini gördü. Onun yanında da orta okuldaki ikinci piyes. Solda takma sakalları ve pırıl pırıl gözleri ile canlandırdığı karagöz izliyordu onu. Bir yerden sonra listenin ucunu kaybettiğini farketti. O, hayatı boyunca, bu salonu dolduracak kadar kişiliğe bürünmüştü. Belki de daha fazlasına. Salona ürkütücü bir sessizlik hakimdi. Tüm gözler onun üzerindeydi. Reveransını, son reveransını, yaparken tek bir alkış sesi duyulmamıştı salonda. Birkaç saniye sonra ortala sıralardan zayıf, titrek bir alkış sesi yükseldi. Üşüyen bir ses. Alkış sesinin sahibini aradı gözleri, en azından gözleriyle teşekkür edebilmek için. Belki yıllardır o kalabalık içinde yaşadığı yalnızlığın en iyi tasviri olurdu bu alkış sesi. Alkış sustu, ışıklar söndü. Perde kapandı. Karşısındaydı alkış sesinin sahibi. Usulca tutundu birbirlerine yorgun eller. Sokağa çıktılar, akşamın serinliğinde sessizce yürüdüler ve en sonunda oyuncunun evine vardılar ay gökte kaybolurken. Alkış sesinin sahibi bir duş aldı, oyuncu ise kütüphanesinden rastgele
bir kitap seçti. Tanıyordu bu kitabı, adı “Akrep”ti. “Acaba son oyunum bu mu olmalıydı?” cümlesi yankılandı beyninde, sustu… Banyodan çıktı alkış sesinin sahibi, oyuncunun odasına geçip uzun uzun seviştiler, teşekkür edercesine. Alkış sesinin sahibi uyurken yatakta, oyuncu eşyalarını topladı. Alkış sesinin sahibinin üstünü örttü ve minicik
bir veda öpücüğü alkış sesinin sahibinin alnında soğurken, oyuncu terketti evi.

Dışarıda onunla beraber hareket eden güneşin ilk ışıklarıyla ısıtırken bedenini, gözleri evinde, hızlandı adımları uzaklara yönelirken. Artık gidecek hiçbir yeri yoktu, işte bu yüzden istediği her yere gidebilirdi. Nereye gittiğini bilmediği bir otobüsle atladı ve
uzaklaştı yaşadığı topraklardan, gülümseyerek.

Alkış sesinin sahibi hıçkırıklar içinde uyandı, onu rüyasında nası yitirdiğini anlatmak için yatakta dönünce, oyuncunun gerçekten yittiğini gördü. Gözyaşları yanağından aşağı süzülürken, oyuncu ile evlendiği günden beri bugünün geleceğinin bilinciyle yaşadığı
gerçeğini bir kez daha hatırladı. Ümitsiz bir şekilde kendini bu ayrılığın hiç olmayacağına inandırma çabalarını düşündü. Yirmibeş yılı beraber geçirdikten sonra gidemezdi. Gitmemeliydi… Nasıl gidebilirdi ki? Ortalığı ona ait birşey bulma umuduyla aradı. Yalnızca
üzerinde evlendikleri günün tarihi olan bir zarf buldu. Sararmış zarfı gözyaşları ıslattı. Titrek parmakları zarfın üzerindeki mührü kaldırdı, içinden yirmibeş yıldır okunmayı bekleyen sararmış mektubu çıkardı. Evet bu mektup tam yirmibeş yıldır okunmayı bekliyordu, bu mektup yirmibeş yıldır ayrılacaklarının habercisiydi ama o, yirmibeş
yıldır buna inanmamak için elinden geleni yapmıştı. Gözyaşlarının arasında mektubu okudu:

“Merhaba sevgilim,
Aslında sevdiğim desem daha doğru olur, çünkü sen bu satırları okuyorsan, ben senden bir daha dönmemecesine ayrılmışım demektir. Bu beni bir daha öpemeyeceğin, ellerimden tutamayacağın, bana sarılamayacağın, hatta beni göremeyeceğin ve duyamayacağın anlamına geliyor. Sana ne kadar acı geleceğini biliyorum çünkü ben önümüzdeki yirmibeş sene boyunca yalnızca bu ayrılığı düşünecek, başaramayacağım korkusuyla kıvranacağım.

Varlık-yokluk ikileminin uzlaşmaz uçlarındayız seninle. Ben sana yok olmanın, benliğini yitirmenin, evrenle bütün olmanın yegâne yolu olduğunu anlatıyorum; oysa sen, senin evrenin için de bir noktadan bile çok daha küçük olduğunu anlamayıp, küçük dünyanda müthiş egonun gölgesinde kalmayı tercih ediyorsun. Benim yalan söylediğimi, evrenin
benim dediğim gibi olamayacağını ve kalbinde Tanrı”yı taşıdığın sürece, Tanrı”nın kalbinde en yüce mevkiye sahip olacağını düşünüyorsun. Bugün evlendik ve sen şu anda yatağımızda mışıl mışıl uyuyorsun. Biliyorum yirmibeş yıl sonra bugün, ben seni bırakıp
gittiğimde dahi bu düşüncenden vazgeçmeyeceksin. Belki yalnızlık, senin bunları düşünmen için gerekli yegâne şeydir. Seni çok seviyorum, hem de hiçbir şeyi sevemeyeceğim kadar çok. Ama şunu da çok iyi biliyorum biz asla uzlaşamayacağız.

Hatırla istersen, birbirimizle tartışmak öylesine bir tutku hâline gelmişti ki bizim için, bizi bu tutku bağladı. Başladığımızdan bugüne kadar olan süreçte yaptığımız en güzel şey, tartışmaktı. Biraz da bu yüzden, seninle hayatımı birleştirdiğim gün bu yolculuğa karar verdim. Kendi içime bir yolculuk yapmalıydım ve yalnız olmalıydım. Böylece yapılan her tartışmayı uzaktan görecek, değerlendirecek ve en önemlisi, herşeyden uzakta huzuru bulacaktım. Arkamdan gelme. Kaldı ki, bunu yapamayacak kadar gururlu olduğunu biliyorum.

Sana hatıra olarak hiçbir şey bırakmak istemedim. Vaktinde senden bir ricada bulunmuştum, hatırlıyor musun? “Senden istediğim hiçbir şeyi yapmasan da, son isteğim yap!” demiştim ve bana söz vermiştin yapacağına dair. Son isteğim, bana ait olan ne bulursan, bu mektup dahil, yok etmen. Bu mektubu en fazla üç kez okuma hakkın var ondan sonra yakmalısın. Ve eşyalarımdan bulduğun olursa, lütfen hemen yok et.

Bu yine de tam bir veda değil sevgilim… Belki bir gün bir yerde, insan suretinde olmak zorunda da değiliz, yine karşılarşırız. Belki senin ciğerlerine dolan bir nefeslik hava olurum, belki bir fırtına. Belki sen bir çiçek olursun, dünyanın en güzel çiçeği hem de.

Şunu unutma, önünde çok uzun yıllar, hayatını gözden geçirmek ve bazı şeyleri değiştirmek için müthiş bir fırsat bu. Ne olur bu fırsatı sana verdiğim için mutlu ol.

Sevgiyle kal…”

(Yanlış hatırlamıyorsam, bu metin de 2002 yılında yazdıklarımdan biriydi. 17 yaşın o garip, o esrarengiz, o masum günlerinden ve sevgiliye kendini anlatma çabalarından bir hatıra.)

Bir yanıt yazın