Menü Kapat

Eyüp Meczupları

eyüp’te yaşadığım süre içerisinde gözlemleme şansı yakaladığım iki meczup oldu.
belki ikisini tek bir başlık altında toplamak büyük bir hata, ama onları ayrı ayrı başka türlü betimlemek de benim elimden gelmiyordu…

hem böylesi bir başlık eyüp’teki geçmişte yaşamış ve hala yaşayan ve benim henüz konuşma şansı elde edemediğim diğer meczupların da kendilerine sözlük’te yer bulabilmeleri açısından faydalı olabilir…
neyse, sözü uzatmadan, tanıdığım ilk meczubu anlatayım ben…
işlerim nedeniyle genelde geç saatlerde dönerim eve.
bilen bilir, 22:30 sonrasında eminönü’nden silahtarağa istikametine giden otobüs kalmaz. o saate kadar eve gittin gittin, gitmediysen eyüp’e gitmeli oradan da minibüs ya da bir başka otobüs ile yola devam etmelisindir, tek vesait şansın kalmaz.
her akşam eyüp otobüs durağında bekleyen bir amca vardır…
karmakarışık saçları sakallarıyla karışmış davudi sesli bir amca.
okumak hoşunuza gitmeyecek olsa da soğuk havalarda burnundan akan sümüğün bıyıklarında yarattığı parlaklığı dahi görebilirsiniz…
bakımsız, üstü başı yırtık bir ihtiyardır, bir süredir de elinde bir inşaattan bulduğu kolon demirini taşır.
ve ne yazık ki otobüse/minibüse aceleyle binen insanların söndürmeden attığı izmaritleri toplamaya ve içmeye bakar…
günlerden bir gün bir gece vakti, 12 civarında gelecek olan minibüsü beklerken tanıştım işte bu ihtiyarla.
kendisi her gece yaptığı gibi durakta sigara bekliyordu.
uzun zamandan beri kimsenin beklememiş olmasındandır belki, durağa yanaşır yanaşmaz bir dal sigara istedi benden.
verdim sigarayı, üzerinde ateş aranmasını izledim.
psikopatlığımdan değil, sadece neden bilmem, ateşi olmadığından emindim ama sormasını bekledim.
belki de o davudi sesi duymak için vesile yaratma çabamdı içten içe…
velhasılıkelam, 2-3 dakika sonra ateş istedi, çakmağımı uzattım.
sigarayı yakıp elinde tuttu, inceledi, geri vermedi.
fırsattan istifade edip, sohbet etmeye başladık.
ne işle uğraştığı, ne yaptığı gibisinden saçmalıklar işte…
“ben eskiciyim” dedi bir elini göğsüne vurup, “eskiler toplar satarım sonra”.
“peki usta, dükkanınız yok mu?”
“onlar antikacı işidir, onlar aldıkları şeyi parlatıp göz boyayıp satmaya çalışır, tüccardır onlar, eskici değil!”
“tamam da usta, aldığınız şeyleri ne yapıyorsunuz peki?”
“evimde saklıyorum, müşterilerim vardır benim, elimde güzel bir şey olduğunda bilirler, gelip alırlar”
“doğrudur usta” dedim, el mecbur.
“doğru olacak ya! sen ne sandın beni tüccar mı?”
“peki, ” dedim “her akşam ne yapıyorsunuz burada?”
“ben yürürüm,” dedi, “gezerim geceden sabaha. bazı gece eyüp’ten çıkarım yola, sarıyer’e kadar giderim. orada kahvaltı yapar yürüyerek geri dönerim.”
“peki ama neden sarıyer?”
“sarıyer tarabya benim çocukluğumun mekanları… benim dedemin kocaman bir yeri vardı tarabya’da, adı da trianon gazinosu’ydu, üç ortak kurmuşlardı, o yüzden bu ismi vermişler…”
“peki ne oldu?”
“ne olacak… gençtim, serserilik ediyordum… arada uğrardım gazinoya kasan para alır giderdim, okul da okumadık para yemekten… sonunda da dedem de kızdı bana gazinoyu sattı…”
“ama dedesi gazino sahibi biri için pek de bakımlı görünmüyorsun usta!”
“yahu bakma halime… daha dün cep telefonu çaldırdım caminin avlusunda uyurken… bıçakla ceketi kesmiş ipneler! hayır, bak eyüp’te velerler var tamam mı, sokak çocukları, onlar bilirler beni, dokunmazlar bana. tarikatım var oğlum benim, biz allah yolunda ilerlemiş adamız… niye eyüp’te yaşıyorum sanıyorsun… işte bazı sabah camiinin avlusuna erken giderim, uyurum bir bankta, ezanla uyanır gider namaz kılarım…”
“neyse, tamam gazinoya dönelim, hem birazdan minibüs gelecek…”
“yahu dur, kesme sözümü… hah, şimdi cep telefonumu cebimin altını kesip çalmışlar, allah’tan paranın üstüne uyumuşum da ona dokunamamışlar, üst cepte ne kadar bozukluk varsa gitmiş işte!… ”
usta konuşurken minibüs geldi, ben müsaade isteyip ayrılıyordum ki, “yahu bırak!” dedi, “gel yürüyelim, ne kadar mesafen var ki?”
binmedim minibüse, kalktık yola revan olduk…
bana trianon gazinosu’nun kapanışından, nasıl pehlivanlığa geçtiğini, uzakdoğu dövüş sanatları konusundaki bilgisinden, tarikat lideri olduğuna, hatta vaktiyle devlet için gizli işler yaptığına ve tabiiki sahip olduğu 46 raporundan, tanıdığı ünlülere onlarca şey anlattı… ve tabii ki dedenin mirasını yaptığı yanlış bir ticari atılım sonrasında bankerlere kaptırışını ve iflas edişini de…
neden bilmem, mit için çalışması, şeyh oluşu gibi şeylere inanmadıysam da, anlatışındaki birşey bana trianon’un ve iflasının gerçek olduğunu hissettirdi… kim bilir, belki de bu hale düşüşünün arkasında o yıkım vardı…
o akşam bir saatlik yol yürüdük, elinde demirle yürüyen bir meczup ve bir mecnun…
o hayatını, ya da hayatı olduğu şeyi anlattı, ben daha fazlasını anlatsın diye yönlendirdim…
en son evimin olduğu caddede nasırlı ellerinin arasına aldı elimi ve iyilik dilekleriyle veda ettik birbimize, elime adını ve adresini yazdığı bir kağıdı tutuşturduktan sonra tabii…
apartmana girince hızlıca eve fırlayıp cama çıktım, eşime yol arkadaşımı gösterebilmek için, caddenin karşısındaki ağacın dibine işiyordu…
——–
gördüğüm ve konuşma şansı elde ettiğim ikinci meczup eyüp semalarında daha iyi bilinir…
çünkü eyüp sultan camii civarında gezinir her gün.
kapkaradır saçları. ve dahi sakalı…
yüzü ve elleri de öylesine karadır ki, sanki güneşin altında geçirdiği yılların siyahlığı çıkmamacasına işlemiştir tenine…
bir tek gözlerinin, bazen delilikle bazense zekayla parladığını gördüğüm o gözlerinin etrafındaki parlaklıktır o meczubu aydınlatan…
konuşmaz, iletişime geçmeyi sevmez insanlarla… ya da bana öyle davranmayı tercih etti emin değilim…
öyle ya da böyle konuşamadım o meczupla, bir sefer hariç…
bir gün, eyüp’ten perre loti’ye giden ve oradan da teleferiğe devam eden o yolda yürürken, karşıdan geldiğini gördük onun…
rahatsız etmemek için dikmek gözlerimizi ona, bakışlarımızdan yanlış birşey anlamasından korktuk.
çünkü hava soğuktu, montlarımıza sarınmıştık. ve o incecik ve lime lime olmuş bir kıyafetle yürüyordu…
tam yanımızdan geçerken ona baktık ve pantolonunun tek ayağının baldırına dek çıplak olduğunu gördük…
biz şaşkın şaşkın bakınırken, o varlığımızın farkına bile varmadan devam etti yürümeye hızlı adımlarla.
onu o halde görmüşken gidemezdim eve, döndüm geri…
seslendim arkasından : “hop! dayı!”
yok, cevap vermedi..
“usta! bakar mısın?”
yine yok, aramız açılmaya başlamıştı şimdiden…
mecbur koşturdum peşinden, sesimi duyuracaktım ona çünkü…
en son, yanına varmama iki üç adım kala “pardon, bakar mısınız lütfen?” dedim.
döndü. bana bakan o kara gözlerinde, hiçbir duygu, hiçbir tepki yoktu…
“buyrun” dedi tertemiz bir türkçe ve pürüzsüz bir ses ile…
şaşırdım, kekeledim, hiç beklemediğim bir ses ve tonlamayla karşılaşmıştım çünkü…
“şey, özür dilerim sizi rahatsız ettiğim için… şey… bakın, pantolonunuzun yırtık olduğunu gördük eşimle, ve şayet burada olacaksanız önümüzdeki bir saat içinde, size pantolon getirmek istiyorum… tabii, sakıncası yoksa?” sözleri zorbela çıktı ağzımdan…
gözlerinde parıltı yakalamıştım belki ama, kolay değildi gözlerinin içine uzun süre bakmak… ve şayet gözlerimi kaçırsaydım bakışlarımı, kıyafetine baktığımı düşünebilirdi, bunu yapmak istemiyordum ben…
durdu, süzdü…
“sağol, ” dedi bana, “ihtiyacım yok pantolona. işim var benim… işime yetişmem lazım”.
başka tek söz söylemeden, ve benim de tek bir söz söylememe fırsat vermeden bana sırtını dönüp hızlı adımlarla yürümeye devam etti…
dayanamadık, yolumuzu değiştirip takip ettik onu, işinin ne olduğunu ve nerede olduğunu merak ettik biraz da…
çok değil 5 dakika sonra işinin olduğu yere varmıştı…
eyüp sultan camii’nin önünde dikiliyor ve hafiften sallanarak havaya bakıyordu…
—-
çok söz sarfettim ve planladığımın aksine hiçbir şey anlatamadım aslında…
iki meczubun öyküsünü okumak istiyordunuz, bir mecnun’un anılarını okudunuz…
aslında böyle olacağı ilk satırlardan belliydi. daha ilk satırlarda ortaya çıkmıştı anlatamayacağım aslında, affedin beni…
becerebildiğim kadarıyla, onlara dair biz şeyler kalsın istedim bir yerlerde, bir yaşanmışlık izi, bir hatıra…
azıcık da olsa başarılı olabildiysem ne mutlu bana,
sürç-i lisan ettiysem de, affola…

1 Comments

Bir yanıt yazın