Menü Kapat

Atalarımın Masalları

ben doğma büyüme istanbul-lu-yum…
insanların kendilerinden ve geçmişlerinden kaçmak için geldikleri bir şehirin yarı yerlisi.
bir insanın farklı kimliklerle yüzlerce defa yeniden doğup ölebileceği, her bataktan çıktığında yeni biri olarak yeni bir hayata başlayabileceği bir şehirde, -sözde tek kimlikli- bir insanım.
bir geçmişim yok, bir tarihim, atalarımdan kalan bir kültürel mirasım…
benimle tarih arasında hiçbir bağ yok, benimle anadolu arasında da…
bu yazı, belki de asla öğrenemeyeceğim o masallara, o öykülere, şiir ve türkülere, o topraklara ve o topraklarda yaşayan insanlarıma yaktığım ilk ve son ağıt…
ve çok düzgün birşey beklemeyin, bir edebiyat eseri değil bu, belki bir karalama, olsa olsa bir karalama…

ben tunceli-li-yim, en azından devlet-im varlığıma anlam kazandıran, kendimi özdeşleştirdiğim o topraklara, topraklarıma bu ismi veriyor.
atalarım ise o toprakları bir başka isimle bildiler tarih boyunca, oraya dersim dediler…
adının telaffuz edilmesinin bile, insanların bakışlarını değiştirdiğini gördüğüm bir isim..
tıpkı kayıp bir şehir, yasak topraklar gibi, belki de gibisi fazla…
babamın hiç görmediği, dedeminse görüp göremediğini bilmediğim topraklardır bizim memleketimiz, ömürleri boyunca adımlarını atmadıkları, atamadıkları, atmaya korktukları topraklar…
yine de soyumdan dediğim herkesin ölene dek dudaklarında bir nefes, nefeslerinde bir dua olarak kalan topraklardır bizim memleketimiz, türkülerden, şiirlerden, öykülerden bildiğimiz, dedelerimizin, pirlerimizin gömülü olduğu, ziyaretlerimizin olduğu topraklar.

insanlarımın anıları artık çok eskiye uzanmıyor.
dedem, birşeyleri anlatabilecek kadar aklıbaşındayken ben çocuktum; ben sorular soracak kadar büyüdüğümde o çocuklaşmıştı.
kardeşlerini toprak çoktan aldı, eşini de öyle…
ailemin geri kalanının hafızasında kalan bilgiler çok az.
suçlamıyorum onları, ellerinde değil, neden ve nasılları unutmuşlar çoktan; sadece kendi hayatlarını kurtarmanın peşine düştüklerinden, geride bıraktıklarının ne olduğunu düşünememişler bile.
geçmiş, birçoğu için kırık dökük anılardan, hayal meyal masallardan ibaret.
anlayabileceğim kadar türkçe’ye çevirildiğinde anlattıkları, öyle olduğunu gördüm.
evet, kendi akrabalarıyla iletişim kurmak için bir tercüman’a ihtiyaç duyan biriyim ben, bu yazının başında söylemiş miydim?
net ve bütün bir hikaye anlatamacayağım size.
başı mutlu, sonu mutlu bir masalım yok çünkü.
—-
dersim’liyim demiştim.
ve dersim’den sonra uzandığım ilk isim : tercan.
çünkü sürgünde gittiğimiz ilk yer tercan’mış.
korku mu, yoksa yabancılık mı bilmiyorum, tutunamamışız tercan’da, dağların güvenliğine kaçmışız kısa sürede.
bu yüzden belki, dört dağ arasında bir kuytuluktur bizim sürgünde kurduğumuz köyümüz, kayalıklar ve uçurumlarla çevrilidir…
saklanma ve kaybolma çabamızın bir resmi gibidir köyümüz, yılın dokuz ayı kar altında, yaşarken de ölürken de hepimiz kendi başına…
ve bakmayın köyümüz dediğime, şimdi yine bomboş olan çorak topraklardır oralar…
çünkü bu sefer, uçaklar, bombalar, tüfekler değil; açlık ve sefalet ve elbette yine devlet(!) dolaylı yollardan sürmüş bizi dağların kuytuluklarından.

bir toplum, bir topluluk için yaşanabilecek acıların en büyüğüdür sürgün, kendi doğduğun, yaşarken beslendiğin, ölümünle beslediğin topraklardan uzaklaşmak, uzaklaştırılmak…
geçmişini kaybetmektir sürgün, geçmişsiz bir toplum, bir topluluk haline gelmek…
masallar, söylenceler, efsaneleri geride bırakmaktır, hatıraları ise unutmak…
hafızasız bir toplum, yeni bir devletin belki de en çok ihtiyaç duyduğu şeydir. geçmişsiz vatandaşlara sahip olmak…
onları bağlayacak, biraraya getirecek birşey verirsin ellerine, ve onları geçmişten senin ellerinin koparıp koparmamasına bakmaksızın, sahiplenirler, sırf yaşamla aralarında bir bağ kurabilmek için.
kim bilir, bir gün gelir sabiha gökçen ile dahi gurur duyarlar, bombaladığı ilk toprakların kendi yaşadıkları topraklar olduğunu unutup…

halbuki nasıl ki bir afette ilk kurtarılacaklar kadın ve çocuklarsa, sürgünde ilk kurtarılanlar arasında kültürel miras da olmalı.
ve ana dilini/ata dilini yitirmemeli çocuklar.
babaannemin çocukluğundan hatırladığı ve yarım yamalak bile olmayan türkçesi ile bana anlatmaya çalıştığı, ama mirasımdan yoksun büyüdüğüm/büyümeye mecbur olduğum için asla anlayamadığım o masalların ne anlattıklarını merak etmeye başladığım gün, anladım bunu.
yazımı çok da uzatmayacağım, mantık çerçevesinde inceleyebileceğim şeyler hakkında sayfalarca yazabilirim belki, ama bu yazı işte tam da burada tıkandı…
ya bağıracağım, küfürler lanetler yağdıracağım, ya da bugüne kadar yaptığım ve yapmaya devam edeceğim gibi susacak, yaşamaya devam edeceğim bugüne kadar yaşadığım gibi.
ve hiç cevabını bulamayacak olsam da, cevap verecek kimse olmasa da yine de bir sorum var, son söz babında.
ana dilini bilmeyen, geçmişini, yokolan ve unutulan tarihini tırnaklarıyla kazıya kazıya bulmaya çalıştığı halde elinde bir avuç tozdan başka birşey kalmayan biri olarak soruyorum bu soruyu, çocuklarına anlatacak kendi masalları olmayan biri olarak, kendisine yaşatılan acıları, yaşatan devlet-in-in bile unuttuğu, ve halka da unutturmak istediği biri olarak soruyorum :
olmayan geçmişimin hesabını kim verecek?
öğrenemediğim dilimin, anlayamadığım masallarımın hesabını kimden soracağım?…
biz, anadolu halkının/halkarının kaderlerini çizenler, hani anadolu’nun bir mozaik olduğuna inanıyorlardı?
şimdi ben kullanıyorum o tiksindiğim cevabı, birazcık değiştirerek de olsa :
ne mozayiği lan?! anadolu’nun renk ve desenlerinden yozlaştırabildiğinizi yozlaştırır, yozlaştıramadığınızı da ya yokeder yada yeşerdiği topraklardan koparırken, hangi renkten hangi desenden ne hakla bahsedebilirsiniz?

Bir yanıt yazın