Haftalardır mesaj alıyorum arkadaşlarımdan,
– “Abi orada hayat nasıl?”
– “Keyfin yerinde mi?”
– “Dil problemi yaşıyor musun?”
diye gidiyor sorular listesi.
Herkesi bir bahane ile atlatıyorum, yuvarlak cevaplar veriyorum, bir şekilde geçiştiriyorum soruları en kaygan kelimelerle, öyle ki sorulamıyor bile başka soru.
Şimdi büyük harflerle itiraf edeyim de, içimde kalmasın : ABİ VALLA YUNANİSTAN’A YERLEŞEMEDİM BEN DAHA!
“1,5 ay oldu, daha nasıl yerleşemedin hayvan herif?” sorusuna cevap hazırlamadım henüz, bu yazının ilerleyen paragraflarında doğaçlama olarak anlatacaklarımın bir cevap olacağını umuyorum.
En Bilâl Oğlan sesimle “Ya Hak!” diyerek okumu atıyorum, ilk günden bugüne Yunanistan maceramın özetine başlıyorum :
1 Şubat 2017 tarihinde, öğlene doğru neredeyse 32 yıllık – 41 gün vardı o tarihte hâlâ – ömrümde ilk kez İç Hatlar yerine Dış Hatlar’a yöneldim AHL’de. Free Shop dolu o gözalıcı ve cüzdan boşaltıcı alanda Yunanistan’da daha pahalı olduğunu duyduğum için dört karton tütünü poşetleyip, bir şişe de likör kaptıktan sonra, efendi gibi uçağı beklemeye başladık (Yazar burada Panik Atak Nöbeti geçirmek üzere oluşunu efendilikle maskeliyor).
Efenim, koskoca AHL’de bahtımıza düşe düşe Olympic Airlines’ın çift pervaneli, eski İkarus koltuklu uçağı düştü – ki bu da USC’ye dualar ettiğim ve hatırlarken bile kulağımda tıkanma yaratan bir yolculuğun başlangıcı oldu. Hatta şöyle anlatayım, uçağa binmeden önce son bir fotoğraf çektik, ki olur da o uçak Atina’ya varamadan infilak ederse, bu dünyada hasbelkader beni sevme gafletinde bulunmuş birkaç insan son fotoğrafıma bakıp gülebilsin.
Atina’ya indikten sonra yaptığım ilk iş, aceleyle bizi alacak olan araca gitmeye çalışırken ucuza kaptım diye sevindiğim likör şişesinin poşetini düşürmek, sonra Atina Havalimanı’nın temizlik görevlilerini bulmaya ve onlardan yediğim bok nedeniyle özür dilemeye 10 dakika harcayarak, bizi alacak olan araca en son varmak oldu. Gerçekten ya, ilk işim buydu!
İkinci iş de, aynı uçakla aynı iş için şirket tarafından Atina’ya getirtilmiş ve bir süredir bizi alacak olan aracın yanında bizi bekleyen insanlarla birlikte araca sığışmaya çalışmak ve havalimanından Kallithea’daki otelimize uzanan ve hiç de kısa olmayan yolculuk boyunca Yunanistan topraklarını gözlemleyip ne kadar da İç Anadolu’daki şehirlere benzediğine dair anlamsız ahkâmlar kesmemdi sanırım.
Neyse, akabinde otele yerleştik, kısa bir süre sonra da potansiyel iş arkadaşlarımız ile buluşup, içlerinden bölgeyi tanıyan birine güvenerek yakınlardaki bir Souvlaki Restoranı’na gittik ve orada 1977’de İstanbul’dan göçen ve kırk yıldır memleketine gitmemiş olan Stephanos Abi (Amca) ile tanıştım. (Yazar burada gözlerini okuyucunun gözlerine diker, bütün bu anlatımın bu isme varmak için olduğunu anlatan manidar bakışlar atar.) Şaraplar içildi, saatler tüketildi ve ertesi gün şirkete gitmek üzere planlar yapılıp dağılarak erkenden yatıldı tabii akabinde.
Atina’da bir yabancı olarak ev tutmak hayli sıkıntılı bir iş olduğu ve bizi işe alan şirket de bunun farkında olduğu için, ikinci gün şirkete koşturup anlaşmalı emlakçıları ile nasıl görüşme yapılabileceği, ev aramaya hemen o gün başlanıp başlanamayacağı ile ilgili bilgi almak istedim, Ertesi güne (Cuma) ve sonrasında da Pazartesi gününe kadar beklemem gerektiği bilgisi ile kıçımın üstüne oturdum elbette. Oysa ki internette ev bulmak için onlarca saat harcamış, Glyfada’dan (az önce adını doğru yazmak için Google’a bakınca öğrendim Atina’dan başka bir şehirmiş, oysa ki sadece 13 km uzakta), Pire’ye (aslında bu da başka bir şehir, bunu da bir-iki hafta önce öğrendim, gerçek adı Piraeus, bu da Atina merkeze 12 km uzakta, çok acayip!) coğrafya üzerinde etraflıca konut araştırması yapmış, “26 metrekarelik dükkandan çıkmış bir insanın tüm hevesiyle(!)” üç oda beş salon 100 metrekare teraslı deniz ve dağ manzaralı evler bulup onlarda yaşamak için kendimi hazırlamıştım! Hatta işe adadan gidip gelebilir miyim diye bir merakla adalardaki konutlara da bakmaya başlamış ve şehirde bir daire kirasına çeşitli adalarda villalar bulmuştum.
Bütün bu mış ve muşların nereye bağlandığını anlamışsınızdır elbette…
Günü gelip de emlakçılar ile ev bakmaya çıktığımızda yaşadığımız hayal kırıklığından bahsedemem bile. 30 yıllık mobilyalar, tüplü televizyonlu evler, insanlığın apartman yapacak teknolojiyi geliştirmesiyle bugün arasında geçen sürecin başında takılıp kalmış yapılar ve neler neler… (Rafet El Roman tonuyla lütfen!)
Bir yandan da 3 Şubat’ta başlaması gereken süreç 6 Şubat’ta başladığı için yaşadığımız zaman kaybı ve elimizde kalan hepi topu dokuz günlük otel konaklaması süresinde yerleşebileceğimiz bir ev bulmak zorunda olmanın getirdiği stres var ki, ondan bahsetmek bile istemiyorum!
Sonunda üç kere baktığımız ve içimize sinmediği hâlde daha iyisini bulamadığımız için 6 aylığına kendimizi içine atmaya karar verdiğimiz bir eve 100 Euro kaparoyu bayıldık ve emlakçı Matina ile (ki kendisi bölgenin en cevval emlakçısı olabilir, onu da bir sohbette etraflıca anlatırım artık) ertesi gün kontrat yapmak üzere sözleşip, içimize akıttığımız gözyaşlarımızla ve cebimizdeki makbuzla Stephanos Amca ile tanıştığımız ve artık garsonların bizi “Merhaba” ile karşılar hâle geldiği restorana akşam yemeği yemek üzere teşrif ettik. Ki restoran ve müşterileri ile iletişimimiz öyle bir hâle gelmiş ki, bizim Türkçe konuştuğumuzu duyan bir başka müşteri bize bir şişe şarap ikram ediyor, biz bu ikramın altında kalmayalım diye onlara kazan dibi vs. gönderiyoruz, muhabbetler dönüyor, sabahlar olmuyor falan! Neyse, Stephanos Amca bizi mekânda görünce hemen yanımıza geldi ve o çok sevimli Türkçesi ile dedi ki :
“Ya gençler, ben size bir ev buldum. Hem de çok yakında buraya, işinize de çok yakın ama arkadaşınızı gördüm dün, siz bir bulmuşsunuz galiba ben de onu başka çocuklara göstereceğim artık, kısmet değilmiş”.
Başımdan aşağı dökülen o hayali kaynar suları tahmin edebiliyor olmalısınız.
(Yazının tam burasında yazmaya ara verdim ve bu yazıyı yazmaya başladığımı yazmaya başladıktan 2,5 ay sonra hatırladım. Bugün 1 Haziran 2017 ve bakalım ben bu yazıyı tamamlayabilecek miyim?)
Sonra mı?
Sonrası şu : Stephanos Amca’ya yalvardık ve işten izin alıp zor bela o evi görmeye gittik. İş yerinin tam olarak 150 metre dibinde ve 3. katta bir daire. Üstelik tam cephe deniz manzaralı olmasa da, balkona çıktığında denizi görebildiğin bir daire! Fakat bomboş! İçinde eşya niyetine eski kiracının annesinin kullandığı tahmini 30 yıllık bir yatak dışında hiçbir şey yok. Şifa niyetine bir tabak, bir çatal bile yok ve tabii ki evi bok götürüyor.
Aşırı dahice bir plan yaparak, öteki eve 380 Euro kira + yol parası vereceğime (ki Atina’da yol parasından anladığımız şey denetime yakalandığında hemen iki dakikada çaktırmadan online bileti aktifleştirmek, yakalanmadıysan, yolculuk bedeve -bedava değil!) bu eve 300 Euro kira verip senede oluşacak 960 Euro farkı da mobilya alımına harcamaya karar verdim.
Tabii ki evdeki hesap çarşıya uymadığından, artık giyecek temiz donu bile kalmamış bir insan evladı olarak, apar topar çamaşır makinesi almak zorunda kaldım. Sonra bir ay buzdolabı olmadan çekilen azap, ardından buzdolabı gelince yaşanan buruk mutluluk.
130 * 190 yatağın içine konulmuş 120 * 200 döşeğin üstünde bel fıtığı ağrılarıyla geçen 1,5 ay ve bir sonraki maaş ve ailemin desteğiyle alınan yatak ile yaşanan buruk mutluluk.
Bu ay başında alınan şifonyer ile dört ayın sonunda artık çamaşırları koyacak bir yere sahip olmanın sevinci…
Evet arkadaşlar, dört ay geçti, biz hâlâ yerleşemedik!
“Ulan hani iyiydi maaş, o paralar nereye gidiyor?” derseniz, “Abi biz de bilmiyoruz, paranın bereketi yok galiba!” diyeceğim.
Yani Yunanistan’da yeme – içme Türkiye’ye kıyasla şahane ucuz olsa da, mobilya fiyatları el yakıyor, orası kesin!
Bir de, USC aşkına, tuttuğunuz evin banyosu, mutfağı temiz olsun!
Burada tesisat işçiliği o kadar pahalı ki, ben elektrik tesisatı çekmeyi, banyo tesisatı tamir etmeyi öğrendim şu dört ayda!
Belki geçen aya kadar doğru düzgün çalışan banyo ve koridor lambalarını tek anahtarla çalışır hâle getirmiş olmam dahiyane bir elektrik işçiliği sayılmaz ama bu daha başlangıç, mücadeleye devam ediyorum 🙂
Ya ben bu yazıyı bağlayamadım galiba, neyse, yayınlayayım gitsin!
Daha ne istiyon lan diyip gıcık mı etsem, memleketimiz gibisi yok diyip daha mı gıcık etsem bilemedim.
Motosiklet istiyorum :'(
Memleketimiz gibisi yok ama insanımız kadar kötüsü de yok…